DOLU DOLU BİLGİ

http://www.doludolubilgi.blogspot.com/  adresinde işinize yarayabilecek bir çok faydalı bilgi bulabilirsiniz.siteyi ziyaret etmenizi tavsiye ederim

5 kişiye 8 gb TOSHIBA Flaşbellek Hediye


Görsel Programlama ve Visual Basic dersleri veren http://meehmet.blogspot.com/2010/06/yeni-kampanyamz.html yine bir kampanya düzenlemiş.Katılım yapanların arasından 5 kişiye 8 gb toshiba flaşbellek hediye edilecekmiş.Ve yanında hatıra olarak kütahya porselen kupaya isimlerinin özel olarak yazılacağı bir kupa bardak.

Hediyeler çok güzelmiş.Katılım için yapmanız gerekenler çok basit,BURADA yazıyor.
Benim "burada" yaptığım gibi sitenizde konuyu linkleri ile beraber anlatmanız gerekiyor.
Kazanmak için tıklamak gerek, TIK TIK TIK.. :)

Eşşekle gelen aydınlık

Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün



olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: "Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun." Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.


- Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu


- Alıyorum.


- Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.


23 yaşındaki genç memur "Ne yapayım, ne yapayım?" diye düşünür durur.


Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce "Deli misin bey?" der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.


O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, "Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan


da" zihniyeti aynen var.


O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa,


kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne "Kitap İare Sandığı" yazar.


Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.


Kütüphaneye de bir yazı asar: "Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz."


Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitap ları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.


"Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak" der.


Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak


etmektedir.


Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar: "Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım" der. Zenith dokuz tane, Singer bir tan e dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, "kendi görev tanımı dışında davranıyor" diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.


Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e "Eşekli


Kütüphaneci" Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykelini dikerler.


Girişimcilik ne biliyor musun? Bulunduğun yere yenilik katmalısın. Mutlaka adım atmalısın. Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş..


İnsan var , dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.


Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa GÜZELGÖZ ve eşeğinin heykeli var

Empati Kurmak

Dünyanın önde gelen siyaset bilimcileri Obama’nın karizmasını oluşturan üç temel özelliğin, cesaret, mizah duygusu ve empati olduğunu söylediler.

Seçim öncesi yapılan araştırmalara göre, ABD seçmeni, Obama’nın insanları iyi anladığını, kendisini seçmenin yerine koyabildiğini düşünüyordu.
Bizim atalarımız “tok açın halinden anlamaz” derler. Anlayana da bugünün dünyasında, empati kurabilen insan diyorlar.
Geleneksel olarak empati kurma yeteneği kadınlara atfedilen, erkeklere yakıştırılmayan bir anlayıştı. Erkek dediğin, başkasını anlamak yerine kendi bildiğini yapan, gücünü kabul ettiren olmalıydı. Duyarlılık kadında olduğu zaman iyi, erkekte olduğu zaman zayıflıktı.
Bundan 25 sene önce, insanın karar alırken duygularından ve sezgilerinden ne kadar çok yararlandığı henüz bilimsel olarak kanıtlanmamıştı.
Ayrıca neredeyse herkes, zekânın sadece “sayısal ve sözel zekâdan” ibaret olduğunu, başka bir zekâ türünün olmadığını sanıyordu.
Zekânın sadece sayısal ve sözel değil, daha farklı türlerinin de olduğunu Howard Gardner çoklu zekâ kavramını ortaya attığı zaman öğrendik. Meğerse hepimizin doğuştan sahip olduğu 7-8 zekâ türü varmış.


Bizim geleneksel eğitim sistemimiz hala, sözel ve sayısal alanlarda başarı gösteremeyen öğrencileri -sahip oldukları diğer yetenekleri görmezden gelerek- “öğrenme özürlü”olarak nitelendirmeye devam ediyor.

Prof. Gardner uzun yıllar süren çalışmalarına dayanarak “tekli zekâ” anlayışla taban tabana zıt, yeni bir zekâ tarifi geliştirdi. Ona göre her insanın kendine özgü bir zekâ profili vardı, her insan kendine özgü bir zekâ karışımına sahipti. Kiminin sözel zekâsı gelişkinken, kiminin müzik zekâsı daha belirgindi. Bazılarının güçlü bir vücut zekâsı vardı, bazılarının ise uzamsal zekâları daha kuvvetliydi.

Gardner, insanların sahip oldukları farklı zekâ türlerine göre; farklı öğrenme, problem çözme ve iletişim kurma yöntemleri geliştirdiklerini ve güçlü olan zekâlarını daha çok kullandıklarını ispat etti. Bunlardan birisi de kişiler arası ilişkileri düzenleyen zekâ türüydü. Bir başka Harvard profesörü Dr. Daniel Goleman, bu zekâ türüne “duygusal zekâ” ismini verdi.
Duygusal zekâ teorisinin ortaya atıldığı tarih, bu kavrama herkesin ilgi göstermeye hazır olduğu bir tarihti. Victor Hugo’nun dediği gibi, “zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü bir şey yoktu.” Duygusal zeka kavramı birden bire yüksek bir popülarite kazandı. Herkes duygusal zekâdan bahseder olmuştu.



90’lı yılların başında kullanılmaya başlanan FMRI ve PET SCAN teknolojileri sayesinde hep esrarengiz bir sır olarak kalmış olan kafatasımızın içinde olup bitenler artık naklen izlenir olmuştu. Beynimizin; biz düşünürken, gülerken ya da karar alırken nasıl çalıştığını artık görüyorduk.
Gardner’in 80li yılların başında ortaya attığı çoklu zekâ teorisi, bu teknolojiler sayesinde bilimsel destek buldu.
Duygusal Zekâ kitabıyla ünlenen Goleman’a göre, duygularının farkında olmayan ve duygularını yönetemeyen kişiler, akıllarını da yönetemezlerdi. Bu insanların başarılı olma ihtimali yoktu.


Çocukların kendilerini acı çeken insanların yerine koyabilme ve onların ne hissettiklerini anlayabilme yetenekleri vardır. Bu nedenle bir çocuk ağlayınca, öteki de ağlamaya başlar; ama büyürken bu yeteneğimizi (zekâmızı) köreltmek için elimizden geleni yapıyoruz. Özellikle erkekler, ne kadar başkalarının hissettiklerine duyarsız olurlarsa o kadar erkek olduklarını sanıyorlar.

Kendisinin ne hissettiğini bilmeyen insanlar, çevresindekilerin ne hissettiğini hiç bilmezler. İletişiminin özünü oluşturan duygusal notaları duymaz, aslında çok şey ifade eden basit bir duruşun, kısa süren bir sessizliğin, her şeyi açığa vuran bir göz kaymasının ne anlama geldiğini anlamazlar.






Sürüden ayrılanı Kurt Kapar!!

Çoğumuz, çevremizdeki insanlardan daha mantıklı, daha akıllı olduğumuzu zannederiz. Kendimizi o kadar beğeniriz ki, bize göre bizim seçimlerimiz en doğrusudur. Her şeyi düşünerek, taşınarak en ince ayrıntısına kadar planlayarak yaparız.

Harvard Üniversitesi’nden Benjamin Libet’in yaptığı deneyler, hiç öyle demiyor. Tam tersini kanıtlıyor: önce bilinçaltımız karar veriyor sonra bu karar doğrultusunda davranıyoruz ve sonunda mantığımız devreye girerek “karar” alıyor. İşin aslı, aklımızın başımıza sonradan geldiğidir. Biz aklımızla karar alana kadar, bilinçaltımız kararını alıp bizi uygulama aşamasına geçiriyor. Kabul edelim ki durumumuz hiç de böbürlendiğimiz kadar görkemli değil
Bu deneyler bizim kararlarımızı bilinçli bir şekilde aldığımız konusundaki inanışımızı derinden sarstı. (Bu çalışmalarıyla Libet, 2003 yılında psikoloji Nobel ödülünü aldı.)

Amerika MIT üniversitesinden Daniel Wegner, Libet deneylerini bir adım ileriye götürdü: Karar alırken çevremizdekilerden ne kadar etkilendiğimizi kanıtladı. Wegner’e göre birçok kararımızı istemeden alıyoruz. Birçok istediğimizi de çevre baskısından ötürü yapamıyoruz. Wegner bu çalışmaları, sosyal etkilerin bizim kararlarımız ve davranışlarımız üzerinde sandığımızdan çok fazla etkili olduğunu bilimsel olarak kanıtladı. (Mahalle baskısı denilen şey gerçekti.)
Davranışlarımızın çok önemli bir kısmı, içinde yaşadığımız gruplar tarafından şekilleniyor. Kimlerle birlikte yaşamayı seçiyorsak, bir süre sonra, ister istemez, onlar gibi olmaya başlıyoruz. (Yoksa bizim kişilik dediğimiz şey, içine girdiğimiz ortama göre değişiyor muydu? Kişilik akışkan mıydı?)

Doğada canlıların, “daha güvenli” olduğu için sürüye yönelmesi gibi, bizler de “insan sürüleri” halinde yaşayarak daha rahat ediyoruz. Tanımasak bile, kendimize benzer insanların yanında güven içinde hissediyoruz kendimizi.
Birçok durumda çoğunluğun tercihi – biz farkına varmasak da- bizim tercihimiz olur.
İtalya- Parma Üniversitesi’nde, Dr. Giovanni Rizzolatti, Dr. Vittorio Gallese ve ekibi 1996 yılında, maymun beyninin ön lobunda ‘ayna nöron’ adını verdikleri değişik bir hücre keşfettiler. Bu hücreler, örneğin muzu koparma, tutma, kavrama, soyma, ağza götürme vb. davranışlar sırasında tetikleniyordu. Asıl şaşırtıcı olan, bu sinir hücrelerinin, yalnızca maymunların kendi eylemleri sırasında değil, başka bir maymunu seyrettiği sırada da tetiklendiğiydi. Maymunlar, diğer maymunların beyninde olup biteni, kendi beyinlerinde aynalıyordu. Birinin bir eylemi yaparken beyninde oluşan faaliyet –tıpkı bir aynanın yansıtması gibi- diğerinin beynine yansıyordu. Seyretmek yapmak ile özdeş oluyordu. Maymunlar, söz konusu faaliyeti yapmıyordu ama yapıyor gibi hissediyordu
Bu keşif bize, “Bir şeyin olduğunu görmekle o işi yapmanın aynı şey olduğunu” öğretiyordu. Birisini bir şey yaparken seyretmek, bizde o işi kendimiz yapıyormuşuz etkisi yaratıyordu. Ayna nöronların harekete geçmesi için kişinin özel bir şey yapması gerekmiyor. Nöronlar davranışları, bir ayna gibi yansıtıyor ve seyredenler de aynı davranışları yapmaya başlıyorlar.







Sürü psikolojisinin temel nedeninin ayna nöronlar olduğu konusunda görüş belirtenler var. Ait olma dürtümüz sandığımızdan çok daha güçlüdür. Bütün kuşlar, yumurtadan çıktıktan kısa bir süre sonra, çok uzak mesafelerden yuvalarına dönme içgüdüsüne sahiptir. İnsanlarda da aynı içgüdü vardır. Dünyanın neresinde, ne kadar uzun bir süre yaşarlarsa yaşasınlar, insanlar ölümlerine yakın, doğdukları yere dönmek isterler.


Onay alma dürtümüz de ait olma dürtümüzün devamında gelişir. Onay almak bizi sosyal çevremize ait kılar. Mesela bir çevreye yeni giren hemen herkes, çok kısa sürede hakim olan giyim tarzını hemen çözer ve hızla gruba benzemeye başlar. Hemen hepimiz, önem verdiğimiz insanların ne düşündüğünü öğrenmek için çaba gösterir ve kendi düşüncelerimizi gözden geçirek şekilleriz. Farkına varsak da varmasak da ait olduğumuz -ya da ait olmak istediğimiz- gruba uyum sağlamak için fikirlerimizi, davranışlarımızı değiştiririz
Gruba ait olmaya başlayınca, bireylerin kendi akılları, iradeleri, yetenekleri ve kişilikleri geri planda kalır. Kitle, bireyi değil, ortak özellikleri yüceltir.

Gustave Le Bon, kitlelerin ortak bir duygu ve ruh etrafında toplanan bireylerden oluştuğunu, fakat kitlenin davranışıyla onu oluşturan bireylerin davranışları arasında farklar olduğunu söyler. Kitleyle birlikte hareket eden bireyler, kolektif ruha teslim olurlar: diğerleri gibi düşünürler, hissederler, davranırlar. Bu kolektif ruh kitlenin bireylerine öyle bir güç verir ki, kitle kontrol edilmesi güç hatta zaman zaman tehlikeli bir hal alır
Ait olmak, akıllı olmaktan daha güçlü bir dürtü bizim için.

Benin söylemek istediğim, “Keşke daha akıllı olabilseydik!” gibi bir hayıflanma değil. Ben, aksine kendi doğamızı tanımanın, sahip olduğumuz zafiyetlerle barışık olmanın çok sağlıklı olduğunu düşünüyorum.
Üstelik bu zafiyetleri - eğer zafiyet denilecekse- bilmek çok işe yarıyor; özellikle pazarlama alanında.










Yaşamak nefes almak değil sadece;yaşadığınızı HİSSEDİN!!!!

Değişime direnmek yaşama direnmek gibi…

Hayatın bir yerinde duruyoruz sanki sözler veriyoruz kendimize, kalmak istiyoruz olduğumuz yerde, bir adım dahi kıpırdamamak. Hep aynı insanı sevmek istiyoruz, hep aynı insana sarılmak...Her gün aynı işe gitmek için uyanmak istiyoruz, bildiğimiz aynı şeyleri sabahtan akşama yapmak, sevmesek, hoşlanmasak bile aynı insanlarla ömrümüzü yaşamak orada. Hep aynı arkadaşlarımız olsun etrafımızda istiyoruz; ‘ Çocukluk arkadaşları, eski arkadaşlar…
Başka bir insan sevilemez, başka dostlar edinilemez, başka iş sahibi olunamaz… Nereye tutunduysan orada kal, sakın kıpırdama, sakın değişme, sakın farklılaşma… Hep böyle kal :))))
Değişirsek acı verecek çünkü 20 yaşındaki halimizin verdiği kararla yapılan evliliğin bize sunduğu insanla yaşamaya devam etmek. Değişirsek zor olacak çünkü 16 yaşında verdiğimiz kararla içine düştüğümüz meslek seçiminin bizi asla mutlu etmediğini görmek. Yeni arkadaşları hayata almaktansa yeni seçimlerde, eskinin güvenlik alanında kalmamak niye?
Arkadaşlar…
Silkelenin.
Bugün çıkarıp bir resim albümlerinizi inceleyin. Hayatın nasıl ve sürekli bir değişim içinde olduğunu unutmak istediğinizi anlıyorum ama artık değişime direnmeyin.
Ben size her gün başka bir insanla sabaha uyanın, mesleğinize dört elle sarılmayın, eski arkadaşlarınızı çöpe atın demiyorum.
Ben sadece artık sizi heyecanlandırmayan, geliştirmeyen, kendinizi iyi hissettirmeyen, yenilik içermeyen, sizi şaşırtmayan, büyütmeyen, zaman zaman kalbinizin hızlı atmasını sağlamayan her şeyi tekrar gözden geçirin diyorum. Korkularınız, değişime olan direnciniz sebebiyle orada tutmaya devam ettikleriniz varsa çıkarın hayatınızdan diyorum. Yenilere yer açın diyorum.
Yaşamak nefes almak değil sadece. Yaşadığınızı hissedin diyorum.
Bir deneyin, ufak şeylerle başlayın belki; neşesini heyecanını hissedin. Zor gibi gözüktüğünü biliyorum ama emin olun çürümüş ve kokuşmuş bir şeyin içinde kalmayı sürdürmek ve değişime direnmek, değişimin kendisinden çok daha zor.
Sevgiler

Yalnız mısın?

Kendine ulaşamamış her insan yalnızdır. Ve yalnızlığından nefret eder. Bekler biri gelip kurtarsın onu bu yalnızlıktan diye.

Kendine bile tahammül edemezken, birisinin onu sevmesini ve kendi yalnızlığından çıkarmasını bekler.
Çünkü bilemez kendiyle ne yapacağını. Kendi derinine, içine inmemiştir bir gün bile.
Mesela, aynaya gerçek manada bakmamıştır. Yüzünün, gözlerinin ona ne dediğiyle ilgilenmemiştir. Dışındaki “bugünü de kurtardık” mantığı, içindeki “doğruyu biliyorum” u bastırmayı başarmıştır her daim. İyi taraflarını el üstünde taşıyıp, eksik, yanlış olan neyi varsa itelemiştir kendinden öteye.
Mesela, kendi fikirleri yokmuş gibi arkadaşının siyasi görüşlerine destekçi olmuştur. Sevgilisi nereye isterse oraya gitmeyi istemiştir. Taksi şoförü kim bilir neler anlatırken ona, duymadığı halde belli aralıklarla “evet… tabi… bence de…” demiştir. Markette kasa kuyruğundayken öne geçen birisini, sıraya girmesini söylemek yerine görmezlikten gelmiştir.
Neredeyse herkes ile uyum sağlamıştır, kendine uyum sağlamak dışında. Bu yüzden siliktir, neredeyse hiç yok gibi. Keşfetmediği bir “ben”liği, ödünç aldığı bilgiler, duygular, şekillerle süslemiştir.
İçindeki bu tanımadığı kişiden olanca hızla kaçmıştır. “kendimle barışığım” tavırlarında yaşarken, aslında kendine yabancıdır. En önce kendine yalancıdır.
Dışardan bakıldığında aslında neredeyse kendinden bir hayal kahramanı yaratmıştır. Herkesi onaylayan, herkesle uyum ve iyilik içinde, insanları seven, anlayan, affedici, keyifli… Peki ya kendi???
İnsan kendinden kaçtıkça kalabalıklara ihtiyaç duyar. O sesler, o insanlar içindeki haykıran “ben”i bastırsın ister. Acemidir çünkü kendine yakınlaşmakta. Bu yüzden başkasına da adım atamaz aslında gerçek anlamda.
Kendini büyütemeyenin işidir dev aynası kullanmak. Henüz kendini kabul etmemiş, kendini bilmemiş bir insanın daha cafcaflı, daha ilgi çekici görünmek isteyişidir. Bir nevi göz aldatmacasıdır yaşadıkları da yaşattıkları da.
Güzel bakmayı, güzel yazmayı, güzel görünmeyi, güzeli görmeyi bilir de güzel yaşamayı öğrenememiştir. Doğrular hiç tereddütsüz dökülür dilinden.
Dil bilir, göz görür, ama hayatı aksiyonu sevmez bir türlü.
Yalnızdır. Çünkü bilmez “tek başına” lığın keyfini.
Yalnızdır. Çünkü güne gözlerini açtığı bir gün bile “günaydın” dememiştir, (yabancı olsa bile) içindeki kendine.
Kendine ulaşamamış her insan yalnızdır. Ve yalnızlığından nefret eder.
Yalnız mısın? Birisine ihtiyaç mı duyuyorsun? O zaman bugün bir adım at kendine… Büyülü yolculuğun keyfi kendini keşfetmekle başlar…
Kendine yaklaştıkça, yalnızlığından arınırsın. Kendini tanıdıkça, başkalarını da anlarsın. Kendini bildikçe çoğalırsın. Kendini sevdikçe sevgiyi dilenmeyip zaten o sen olursun. Kendine baktıkça kalabalıklaşır ve var olursun.
Bugün kendine bir şans ver. İçinde çok uzun zamandır seninle buluşmayı bekleyen biri var.
Bugün unut dünyayı ve dön bak kendine

ESAS AKIL

 Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar: - Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz? Doktor:


-Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç sey veriyoruz. Bir kaşık, bir fincan, ve bir kova. Sonra da kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz nr yapardınız?Adam:

Ooo ! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova kaşık ve fincandan büyük.Hayır, der doktor. Normal bir insan küvetin tıpasını çeker.

Ders: Sadece bize sunulanlar dışında çözüm bulmaktır akıl...

İŞTE AKIL, İŞTE SANAT...




Düşlerimizde oynayalım çocuk

Yeni düşlerine düştüm sarı saçlı, mavi gözlü çocuğun. Bir sokak arasında ellerinde bilyelerle gülümsüyordu bana. Gözlerine düşen umudu yakalamaya koşuyordum, umudu güneş, umudu ışık .Bir ışık selinin sarmaladığı bir günün sabahına mavi gözlerle bakıyordum. Yırtık elbiseleri, yırtık ayakkabılarına aldırmadan gülümsüyordu sadece. Güne ,güneşe gülümsüyordu. Günü yaratan çocuk, ruhunda mutlulukların resmi vardı sadece. Sarı saçları bin kır çiçeği, mavi gözleri bir büyük gökyüzü.

Hadi düşlerinde oynayalım çocuk…
Biz ki barut kokulu bir dünya da ölsün istemedik çocuklar. Açlıkla sınansın istemedik küçük bedenleri .Bu dünya soğuk,kimsesiz.Biz ki kır çiçekleri toplarız barutlar ortasında,biz ki geleceğe mektuplar yollarız.. Hadi düşlerinde oynayalım çocuk. Bir elimizde bilyelerimiz, bir elimizde uçurtmalarımızla. Hadi düşlerinde oynayalım çocuk. Yüzünde belirsin gamzelerin. Sarıp dizelerimize uzatalım elimizi gökyüzüne. Korkularla büyütmeyelim geleceği, sevilerimiz olsun, sevilerimizde dokunuşlarımız.Uzat elini günahlarını sil dünyanın. Soyun yeryüzü cennetine, sen varken kararmaz gökyüzü. Hadi düşlerinde oynayalım çocuk…
Gitme uzaklara çocuk…
Sen uzaklaştıkça kararır gökyüzü.
Sarı saçlı,mavi gözlü çocuk uzat ellerini ….
Rüzgar ol çocuk, ateş ol,köpük ol denizde. Düş düşlerinin peşine esmer ol ,kara tenli ol,çekik gözlü ol. Sarmala dünyanın renklerini. Ellerinde elleri olsun. Dağıt bilyeleri, ver iplerini uçurtmaların. At tohumlarını toprağa yeşersin boy alsın orman olsun kardeşcesine.


GÜL Kız

Genç adam, her gün işe giderken, yolunun üzerindeki, güllerle dolu bahçeye bakmadan geçemezdi. Her sabah o  rengarenk güller, içini neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya başladı. Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin gerisinde bir genç kızın siluetini görüyordu. Her geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.


Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı. Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini, içinin


ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu. Güzel kız, genç adamı


görünce yüzü kızararak içeri kaçtı. Adam, genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın diye gayret eder gibi,


gözlerini bir güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.


Genç adam, artık her gün bir öncesine göre biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm, umuduyla. Fakat


tüllerin gerisinde görünüp kaçan bir siluetten başka şey göremiyor, kahroluyordu. Genç kız da her sabah


heyecanla tüller arkasına geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.


***


Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi. Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün, daha ertesi


gün yine boşuna bekledi, genç adam gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.


***


Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla geçtiklerini gördü genç


kız. Aklından geçen korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini hissetti, yüreği sıkıştı. Yoksa genç adam ölmüş


müydü? Genç kız yine her gün tüllerin arkasına geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de, artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden. Kaza geçirip, aylardır yattığı hastaneden sonunda çıkmış, ilk iş olarak ta, güllü bahçenin önüne gelmişti. Ancak
ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş,pencere kara perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda oynayan çocuklara sordu:


- Bu evde kimse yaşamıyor mu?


- İhtiyar bir kadın yaşıyor.


Genç adam cevabını duymaktan


korkarcasına, başka bir soru sordu:


- Burada yaşayan genç kız ne oldu?


- O öldü.


Genç adamın yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden başka bir çocuk atıldı:


- Verem olmuş, dün öldü.


***


Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyecanla annesiyle babasının yanına koştu, güller arasında, sallanan sandalyede


oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı:


- Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba.


Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan ihtiyar adamın


yüzüne, gerçekten bir gülümseme yayılmıştı. Biten bir hasrete seviniyormuş gibi, yıllardır görmediği birine


kavuşuyormuş gibi mutlu bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı.

Dilekçe

Küçük çocuk, birinci sınıfı bitirdiğinde okumayı sökmüş ve "dilekçe" denilen şeyin ne demek olduğunu öğrenmişti.



Artık bütün isteklerini bir yazı ile dile getirecek, altına da imzasını attı mı, bu iş olup bitecekti.


Karne aldıkları gün, çantasını bir tarafa fırlatıp sokağa çıktı. Babasının kapıcılık yaptığı apartmanın önündeki boş


alan, top sahası olarak seçilmişti. Ancak o, kısa boylu ve çelimsiz olduğu için, maçlara alınmazdı. Bu durumda ister


istemez misket oynar, ye da "en iyi arkadaşım" dediği bisikletiyle gezerdi.


Çocuk, babasının durumunu bildiği için, apartmanın sakinleri tarafından çöpe atılan hurda bir bisikletle idare


ediyordu. Bisikletin her yeri dökülmüştü. Üzerinde "boya" diye bir şey kalmamış, bütün metal kısımları


paslanmıştı. Üstelik de pedalları yamulmuş ve seledeki yaylar tek tek fırladığından, poposunu acıtmaya başlamıştı.
Küçük çocuk, esasında bu duruma razıydı. Fakat bisiklet, geçen sene bile küçük gelmişti. Bu yıl biraz daha



uzadığından, onu terk etmekten başka çaresi yoktu.


Bisikleti kucaklayıp kapı önündeki çöplerin arasına bıraktığında, küçük çocuğun aklına bir fikir geldi: Artık


bisikletsiz kaldığına göre, bir dilekçe yazıp yenisini isteyebilirdi. Fakat onu kime göndereceğini bilemiyordu. Üstelik


de annesi, ne kadar fakir olursa olsunlar, başkalarına el açmayı çirkin bulurdu.


O halde? O halde, dilekçesini Allah'a gönderirdi. Zaten dedesi de, Allah'ın çok zengin ve cömert olduğunu,


insanlara verdiği hediyelerle, zenginliğinin bir gram bile azalmayacağını sık sık tekrarlıyordu. Çocuk, büyük bir


titizlikle yazdığı dilekçesini, karne parası ile aldığı bir uçan balonun ipine bağladıktan sonra, onu serbest bıraktı.


Dilekçede, "Allah'ım. Bana bir bisiklet gönderir misin?" yazıyordu. İmza yerinde ise, onu çağırırken kullandıkları


isim vardı: "Ufaklık".


Küçük çocuk, balonun nereye gittiğini takip etmeye koyuldu. Biraz sert esen rüzgar, onu civardaki yüksek binalar


arasında dolaştırıyor ve yükselmesini engelliyordu. Balon, onların arasında gidip geldikten sonra, dar bir sokağa


girerek gözden kayboldu. Çocuk, balonun gökyüzüne çıktığından emin değildi. Bu yüzden, köşedeki ihtiyardan bir


balon daha alarak dilekçesini tekrarladı ve bulutlara doğru yükselen balonun ardından dua etti.


Küçük çocuk, yaptığı işi arkadaşlarına anlattığında, onların alaylı gülüşmeleriyle karşılaştı. Fakat, hiçbirine


aldırmadı. Dilekçesi yerine ulaşırsa, bisikleti kesinlikle gelirdi. Ufaklık, top oynayanları seyre koyulduğunda, bisiklet


taşıyan bir adam gördü. Her yanından pırıltılar saçan bisiklet, kim bilir hangi zengin çocuğun karne hediyesiydi. Bu


arada, maç yapan çocuklar da oyunlarını kesmiş ve meraklı bakışlarını, kendilerini büyüleyen bisikletin üzerine


çevirmişlerdi. Kucağında bisiklet olan adam, onlara bir şey sorduktan sonra, ağır adımlarla çocuğun yanına geldi ve yanağını okşayıp:


- Merhaba arkadaş, dedi. Ufaklık denilen


adam sen misin?


Küçük çocuk, ağzını açmasına rağmen bir


ses çıkartamadı. Cebindeki misketleri sanki


boğazına sıralanmış ve nefes almasını


zorlaştırmıştı. Sadece başını sallayabildi.


Adam kısık bir sesle:


- Dilekçen kabul edildi yavrum. Hediyeni


inşallah beğenirsin.


Adam, bisikleti çocuğun kucağına


bırakırken, onun küçük kalbinin yerinden


fırlayacak kadar hızlı attığını fark etti ve


kızarmış yanaklarına bir öpücük kondurup


uzaklaştı. Bisikleti getiren adam, çocukların


şaşkın bakışları arasında yan sokağa


kıvrıldı ve bir apartmana girip üst kattaki dairesine çıktı. Kapıyı açtığında, kendisini karşılayan küçük kız:


- Baba, diye bağırdı. Biliyor musun, bizim balkona uçan bir balon girmiş.


Adam, onu kucaklayıp:


- Biliyorum yavrum, diye okşamaya başladı. Sen uyurken girmişti. İpine de bir kağıt bağlamışlar.

İradenin Gücü

Birkaç yıl önce Elkhart, Kansas'ta iki kardeş bir okulda çalışıyorlardı. Her sabah sınıftaki sobayı yakmak onların görevi idi.
Soğuk bir günün sabahı, kardeşler sobayı temizlediler ve odunla doldurdular. Birisi bir şişe gazı odunların üstüne döktü ve ateşe verdi.Öyle büyük bir patlama oldu ki, eski bina sallandı. Patlama sırasında
büyük kardeş öldü, diğerinin de bacakları feci şekilde yandı. Daha sonra,şişeye yanlışlıkla benzin doldurulduğu ortaya çıktı.Yaralanan çocuğu tedavi eden doktor, çocuğun bacaklarını kesmenin daha
iyi olacağını söyledi. Anne ve babası yıkılmıştı. Zaten bir oğullarını yitirmişlerdi. Şimdi de diğer oğulları bacaklarını kaybedecekti ama inançlarını kaybetmemişlerdi. Doktora kesme işlemini ertelemesini rica
ettiler. Doktor kabul etti çocuklarının bacaklarının iyileşmesi için dua ediyor ve her gün doktordan kesmeyi bir gün daha ertelemesini istiyorlardı. Bu, iki ay sürdü. Doktorla her gün tartışıyorlardı. Bu arada
çocuklarını bir gün tekrar yürüyebileceğine inandırıyorlardı. Çocuğun bacakları kesilmedi ama sargılar açıldığında, sağ bacağının diğerinden 6cm kadar daha kısa olduğu ortaya çıktı. Sol ayağındaki parmaklarda
nerede ise yoktu. Oğlan yine de kararlıydı. Acılar içinde kıvranmasına rağmen, her gün egzersiz yaptı ve nihayet bir iki adım atmayı başardı. Bu genç adam, daha sonra koltuk değneklerinden kurtuldu ve yürümeye
sonra da koşmaya başladı. Bu genç adam koştu, ve koştu. Nerede ise kesilmek üzere olan bacaklar ona bir dünya rekoru bile kazandırdı. Bu genç adam Glenn Cunningham'dı. "Dünyanın En Hızlı İnsanı" olarak tanınan gence Madison Square Garden'da yüzyılın sporcusu unvanı verildi.


Yüreğinin ve iradenin gücünü son damlasına kadar kullanırsan başarı kaçınılmaz sonuçtur.

Affet Beni Baba

Evliliği günden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde



bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma


anında eşi bütün bağları kopardı ve rest çekti.


- Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak!


Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini


seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok


uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala ona ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü


ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını  yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can "baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına "baba nereye gidiyoruz"
diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan
yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu


yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz


tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile


serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.


Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi.


Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle


üzgündü ki dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi.


Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli
etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak



olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.


Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı,


kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının


yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti. Arabaya bindiler. Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı


neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.


Can "baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun


yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "beni affet baba" diyerek babasının


boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu "baba beni affet, sana


bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı


veriyordu.


- Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda


bırakamayacağını biliyordum.

Anne Gözüyle Görmek

Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu


sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman.Ancak ilkokula başlayınca işler değişti.Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız,ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes
birbirini kıskanıyordu. Bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa
benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir
selviyi andırmıyordu. Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.
Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş
olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu.
Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına
döndü ve kendisini halen çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına
dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi.Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu
söyleyerek ondan önce davrandı ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti. Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:


- Sanki yeniden dünyaya geldim. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız, dedi.


Yaşlı doktor:


- Böyle bir ameliyat yapmadık kızım, diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden


gördün kendini!

Seni Seviyorum Demenin Doğru Zamanı

Birini sevmek ve bunu söyleyecek yüreğe sahip olmak, dünyanın en büyük zenginliğidir. Sevginizi cesurca söyleyin. Ailenize, dostlarınıza, sevgilinize, yüreğinizi ısıtan herkese! Ancak konu gönül işiyse, seviyorum demenin doğru zamanı var mıdır?

Birini sevmek ve bunu söyleyecek yüreğe sahip olmak, dünyanın en büyük zenginliğidir. Sevginizi cesurca söyleyin, bağırın hatta, ailenize, dostlarınıza, sevgilinize, yüreğinizi ısıtan herkese! Ancak konu gönül işiyse, seviyorum demenin doğru zamanı var mıdır?


Sorunun cevabı, hem var, hem yok! Biliyorum, böyle cevap olur mu diyeceksiniz, ancak maalesef durum budur. Karşınızdaki kişi, aşk ilişkisi içinde olduğunuz biri ise, doğru zamanlama çok önemlidir. Bu zamanı yakalamak da olaylara, ilişkinin yoğunluğuna, kişinin karakteristik özelliklerine göre değişir.
Tanıştıkları andan itibaren, sanki yıllardır birbirlerini tanıyorlarmış hissine kapılarak, tutkulu ve şiddetli bir aşk yaşamaya başlayanlarda, seviyorum kelimesi çabuk ortaya çıkar. Neredeyse ilk gecenin sonunda sevdiklerini fısıldayan çiftler gördüm.


Taraflardan birisi sevdiğini söylediği andan itibaren, karşısındakinin hareketlerinin değiştiği, yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığı ilişkiler de var. Bu durumda çok erken ağza alınmış bir kelam olduğu söylenebilir.


Yıllar boyu birlikte yaşayıp, mutlu olan ve hiç sevgilerini dile getirmeyen, hatta çocukları evlenip, torunlarını sevme günlerine kadar yan yana durmayı, acı ve tatlıyı paylaşmayı becerebilmiş ama hiç 'seni seviyorum' dememiş çiftlere de rastlamak mümkün.


Sevgisini dilene pelesenk edenler grubu ise, kendi başına örnek teşkil ediyor. Bu ikiliyi her yerde görebilmeniz mümkün. Sürekli öpüp koklaşan, birbirlerini enteresan ve sadece kendilerinin anlamını bildiği lakaplarla çağıran, içinde 'canım, bebeğim, aşkım, hayatım vb..' kelimeler olmadan cümle kurmayan, özellikle kalabalık ortamlarda çok dikkat çeken, genellikle şımarık çocuklar gibi davranan çiftlerimiz, 'seni seviyorum' demeyi alışkanlık edinmişlerdir.
Bunlar gibi birçok örnek vermek mümkündür. Ne kadar çift varsa, o kadar ilişki şekli var demektir. Ana konular ortak olmakla beraber, her ilişki nevi şahsına münhasırdır. Kendince bir lezzeti, şekli ve biçimi vardır.


Bana göre, 'seni seviyorum' demek, bir çeşit yemindir. Sevgi, benim kalbimde çarşaf değiştirme hızı ile değişmez. Bu yüzden, başladığım her ilişkide, seviyorum demeyi sevmem. Birini tanımadan, gerçek hallerini görmeden, birlikte kötü gün atlatmadan sevmeyi beceremem.
Öyle hissetsem bile, ilişkinin başlarında, bunu dillendiremem. Kalbime dönüp sorarım: Şimdiye kadar gördüğün kısmını mı sevdin? Öyle ya, film yeni başlamış, daha ne katil belli, ne ortada uşak var. Başkahramanın ne yapacağı da muamma! Neyi sevdim ki?


Bir erkeği sevmem için kriterlerim var. Öncelikle vicdan sahibi biri mi? Çalışan, üreten, düşünen bir beyni var mı? Çevresine, ailesine davranışları nasıl? Bunlardan geçer not alabilmiş her birey, ilk olarak insan sıfatıyla sevgimi kazanır. Bundan sonrası ortalama paydalarda buluşabilirsek zaten yürür gider. Hayatımda her şey yolundayken yanımda, ilk başım sıkıştığında ortada yoksa, böyle birini sevmem mümkün değil. Bu durumu anlamanın yolu da zaman olduğuna göre; öyle ilk dakikada seviyorum demem, diyemem!
Gönül işine mantık girer mi, girerse bu sevgi midir? Kesinlikle evet! Akıl yürütmeden, rüzgarın götürdüğü yere gitmek, aşktır. Sevgi dediğin ruh, akıl ve mantık üçlemesinin birlikteliği ile yürümelidir. Tanıştığımızın ikinci haftasında, bir adama 'seni seviyorum' dersem, üç ay sonra aynı adamla bir ömrü geçiremeyeceğime karar verirsem, o sevgiyi ne yapacağım? Eskimiş sevgiler dolabına kaldırırım herhalde ya da kırpıp kırpıp yıldız yaparım!