skip to main |
skip to sidebar
Genç adam, her gün işe giderken, yolunun üzerindeki, güllerle dolu bahçeye bakmadan geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller, içini neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya başladı. Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin gerisinde bir genç kızın siluetini görüyordu. Her geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.
Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı. Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini, içinin
ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu. Güzel kız, genç adamı
görünce yüzü kızararak içeri kaçtı. Adam, genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın diye gayret eder gibi,
gözlerini bir güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.
Genç adam, artık her gün bir öncesine göre biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm, umuduyla. Fakat
tüllerin gerisinde görünüp kaçan bir siluetten başka şey göremiyor, kahroluyordu. Genç kız da her sabah
heyecanla tüller arkasına geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.
***
Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi. Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün, daha ertesi
gün yine boşuna bekledi, genç adam gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.
***
Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla geçtiklerini gördü genç
kız. Aklından geçen korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini hissetti, yüreği sıkıştı. Yoksa genç adam ölmüş
müydü? Genç kız yine her gün tüllerin arkasına geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de, artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden. Kaza geçirip, aylardır yattığı hastaneden sonunda çıkmış, ilk iş olarak ta, güllü bahçenin önüne gelmişti. Ancak
ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş,pencere kara perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda oynayan çocuklara sordu:
- Bu evde kimse yaşamıyor mu?
- İhtiyar bir kadın yaşıyor.
Genç adam cevabını duymaktan
korkarcasına, başka bir soru sordu:
- Burada yaşayan genç kız ne oldu?
- O öldü.
Genç adamın yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden başka bir çocuk atıldı:
- Verem olmuş, dün öldü.
***
Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyecanla annesiyle babasının yanına koştu, güller arasında, sallanan sandalyede
oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı:
- Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba.
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan ihtiyar adamın
yüzüne, gerçekten bir gülümseme yayılmıştı. Biten bir hasrete seviniyormuş gibi, yıllardır görmediği birine
kavuşuyormuş gibi mutlu bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı.
Küçük çocuk, birinci sınıfı bitirdiğinde okumayı sökmüş ve "dilekçe" denilen şeyin ne demek olduğunu öğrenmişti.
Artık bütün isteklerini bir yazı ile dile getirecek, altına da imzasını attı mı, bu iş olup bitecekti.
Karne aldıkları gün, çantasını bir tarafa fırlatıp sokağa çıktı. Babasının kapıcılık yaptığı apartmanın önündeki boş
alan, top sahası olarak seçilmişti. Ancak o, kısa boylu ve çelimsiz olduğu için, maçlara alınmazdı. Bu durumda ister
istemez misket oynar, ye da "en iyi arkadaşım" dediği bisikletiyle gezerdi.
Çocuk, babasının durumunu bildiği için, apartmanın sakinleri tarafından çöpe atılan hurda bir bisikletle idare
ediyordu. Bisikletin her yeri dökülmüştü. Üzerinde "boya" diye bir şey kalmamış, bütün metal kısımları
paslanmıştı. Üstelik de pedalları yamulmuş ve seledeki yaylar tek tek fırladığından, poposunu acıtmaya başlamıştı.
Küçük çocuk, esasında bu duruma razıydı. Fakat bisiklet, geçen sene bile küçük gelmişti. Bu yıl biraz daha
uzadığından, onu terk etmekten başka çaresi yoktu.
Bisikleti kucaklayıp kapı önündeki çöplerin arasına bıraktığında, küçük çocuğun aklına bir fikir geldi: Artık
bisikletsiz kaldığına göre, bir dilekçe yazıp yenisini isteyebilirdi. Fakat onu kime göndereceğini bilemiyordu. Üstelik
de annesi, ne kadar fakir olursa olsunlar, başkalarına el açmayı çirkin bulurdu.
O halde? O halde, dilekçesini Allah'a gönderirdi. Zaten dedesi de, Allah'ın çok zengin ve cömert olduğunu,
insanlara verdiği hediyelerle, zenginliğinin bir gram bile azalmayacağını sık sık tekrarlıyordu. Çocuk, büyük bir
titizlikle yazdığı dilekçesini, karne parası ile aldığı bir uçan balonun ipine bağladıktan sonra, onu serbest bıraktı.
Dilekçede, "Allah'ım. Bana bir bisiklet gönderir misin?" yazıyordu. İmza yerinde ise, onu çağırırken kullandıkları
isim vardı: "Ufaklık".
Küçük çocuk, balonun nereye gittiğini takip etmeye koyuldu. Biraz sert esen rüzgar, onu civardaki yüksek binalar
arasında dolaştırıyor ve yükselmesini engelliyordu. Balon, onların arasında gidip geldikten sonra, dar bir sokağa
girerek gözden kayboldu. Çocuk, balonun gökyüzüne çıktığından emin değildi. Bu yüzden, köşedeki ihtiyardan bir
balon daha alarak dilekçesini tekrarladı ve bulutlara doğru yükselen balonun ardından dua etti.
Küçük çocuk, yaptığı işi arkadaşlarına anlattığında, onların alaylı gülüşmeleriyle karşılaştı. Fakat, hiçbirine
aldırmadı. Dilekçesi yerine ulaşırsa, bisikleti kesinlikle gelirdi. Ufaklık, top oynayanları seyre koyulduğunda, bisiklet
taşıyan bir adam gördü. Her yanından pırıltılar saçan bisiklet, kim bilir hangi zengin çocuğun karne hediyesiydi. Bu
arada, maç yapan çocuklar da oyunlarını kesmiş ve meraklı bakışlarını, kendilerini büyüleyen bisikletin üzerine
çevirmişlerdi. Kucağında bisiklet olan adam, onlara bir şey sorduktan sonra, ağır adımlarla çocuğun yanına geldi ve yanağını okşayıp:
- Merhaba arkadaş, dedi. Ufaklık denilen
adam sen misin?
Küçük çocuk, ağzını açmasına rağmen bir
ses çıkartamadı. Cebindeki misketleri sanki
boğazına sıralanmış ve nefes almasını
zorlaştırmıştı. Sadece başını sallayabildi.
Adam kısık bir sesle:
- Dilekçen kabul edildi yavrum. Hediyeni
inşallah beğenirsin.
Adam, bisikleti çocuğun kucağına
bırakırken, onun küçük kalbinin yerinden
fırlayacak kadar hızlı attığını fark etti ve
kızarmış yanaklarına bir öpücük kondurup
uzaklaştı. Bisikleti getiren adam, çocukların
şaşkın bakışları arasında yan sokağa
kıvrıldı ve bir apartmana girip üst kattaki dairesine çıktı. Kapıyı açtığında, kendisini karşılayan küçük kız:
- Baba, diye bağırdı. Biliyor musun, bizim balkona uçan bir balon girmiş.
Adam, onu kucaklayıp:
- Biliyorum yavrum, diye okşamaya başladı. Sen uyurken girmişti. İpine de bir kağıt bağlamışlar.
Birkaç yıl önce Elkhart, Kansas'ta iki kardeş bir okulda çalışıyorlardı. Her sabah sınıftaki sobayı yakmak onların görevi idi.
Soğuk bir günün sabahı, kardeşler sobayı temizlediler ve odunla doldurdular. Birisi bir şişe gazı odunların üstüne döktü ve ateşe verdi.Öyle büyük bir patlama oldu ki, eski bina sallandı. Patlama sırasında
büyük kardeş öldü, diğerinin de bacakları feci şekilde yandı. Daha sonra,şişeye yanlışlıkla benzin doldurulduğu ortaya çıktı.Yaralanan çocuğu tedavi eden doktor, çocuğun bacaklarını kesmenin daha
iyi olacağını söyledi. Anne ve babası yıkılmıştı. Zaten bir oğullarını yitirmişlerdi. Şimdi de diğer oğulları bacaklarını kaybedecekti ama inançlarını kaybetmemişlerdi. Doktora kesme işlemini ertelemesini rica
ettiler. Doktor kabul etti çocuklarının bacaklarının iyileşmesi için dua ediyor ve her gün doktordan kesmeyi bir gün daha ertelemesini istiyorlardı. Bu, iki ay sürdü. Doktorla her gün tartışıyorlardı. Bu arada
çocuklarını bir gün tekrar yürüyebileceğine inandırıyorlardı. Çocuğun bacakları kesilmedi ama sargılar açıldığında, sağ bacağının diğerinden 6cm kadar daha kısa olduğu ortaya çıktı. Sol ayağındaki parmaklarda
nerede ise yoktu. Oğlan yine de kararlıydı. Acılar içinde kıvranmasına rağmen, her gün egzersiz yaptı ve nihayet bir iki adım atmayı başardı. Bu genç adam, daha sonra koltuk değneklerinden kurtuldu ve yürümeye
sonra da koşmaya başladı. Bu genç adam koştu, ve koştu. Nerede ise kesilmek üzere olan bacaklar ona bir dünya rekoru bile kazandırdı. Bu genç adam Glenn Cunningham'dı. "Dünyanın En Hızlı İnsanı" olarak tanınan gence Madison Square Garden'da yüzyılın sporcusu unvanı verildi.
Yüreğinin ve iradenin gücünü son damlasına kadar kullanırsan başarı kaçınılmaz sonuçtur.
Evliliği günden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde
bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma
anında eşi bütün bağları kopardı ve rest çekti.
- Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak!
Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini
seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok
uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala ona ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü
ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can "baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına "baba nereye gidiyoruz"
diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan
yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu
yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz
tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile
serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.
Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi.
Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle
üzgündü ki dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi.
Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli
etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak
olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.
Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı,
kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının
yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti. Arabaya bindiler. Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı
neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.
Can "baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun
yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "beni affet baba" diyerek babasının
boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu "baba beni affet, sana
bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı
veriyordu.
- Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda
bırakamayacağını biliyordum.
Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu
sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman.Ancak ilkokula başlayınca işler değişti.Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız,ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes
birbirini kıskanıyordu. Bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa
benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir
selviyi andırmıyordu. Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.
Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş
olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu.
Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına
döndü ve kendisini halen çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına
dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi.Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu
söyleyerek ondan önce davrandı ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti. Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:
- Sanki yeniden dünyaya geldim. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız, dedi.
Yaşlı doktor:
- Böyle bir ameliyat yapmadık kızım, diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden
gördün kendini!
Birini sevmek ve bunu söyleyecek yüreğe sahip olmak, dünyanın en büyük zenginliğidir. Sevginizi cesurca söyleyin. Ailenize, dostlarınıza, sevgilinize, yüreğinizi ısıtan herkese! Ancak konu gönül işiyse, seviyorum demenin doğru zamanı var mıdır?
Birini sevmek ve bunu söyleyecek yüreğe sahip olmak, dünyanın en büyük zenginliğidir. Sevginizi cesurca söyleyin, bağırın hatta, ailenize, dostlarınıza, sevgilinize, yüreğinizi ısıtan herkese! Ancak konu gönül işiyse, seviyorum demenin doğru zamanı var mıdır?
Sorunun cevabı, hem var, hem yok! Biliyorum, böyle cevap olur mu diyeceksiniz, ancak maalesef durum budur. Karşınızdaki kişi, aşk ilişkisi içinde olduğunuz biri ise, doğru zamanlama çok önemlidir. Bu zamanı yakalamak da olaylara, ilişkinin yoğunluğuna, kişinin karakteristik özelliklerine göre değişir.
Tanıştıkları andan itibaren, sanki yıllardır birbirlerini tanıyorlarmış hissine kapılarak, tutkulu ve şiddetli bir aşk yaşamaya başlayanlarda, seviyorum kelimesi çabuk ortaya çıkar. Neredeyse ilk gecenin sonunda sevdiklerini fısıldayan çiftler gördüm.
Taraflardan birisi sevdiğini söylediği andan itibaren, karşısındakinin hareketlerinin değiştiği, yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığı ilişkiler de var. Bu durumda çok erken ağza alınmış bir kelam olduğu söylenebilir.
Yıllar boyu birlikte yaşayıp, mutlu olan ve hiç sevgilerini dile getirmeyen, hatta çocukları evlenip, torunlarını sevme günlerine kadar yan yana durmayı, acı ve tatlıyı paylaşmayı becerebilmiş ama hiç 'seni seviyorum' dememiş çiftlere de rastlamak mümkün.
Sevgisini dilene pelesenk edenler grubu ise, kendi başına örnek teşkil ediyor. Bu ikiliyi her yerde görebilmeniz mümkün. Sürekli öpüp koklaşan, birbirlerini enteresan ve sadece kendilerinin anlamını bildiği lakaplarla çağıran, içinde 'canım, bebeğim, aşkım, hayatım vb..' kelimeler olmadan cümle kurmayan, özellikle kalabalık ortamlarda çok dikkat çeken, genellikle şımarık çocuklar gibi davranan çiftlerimiz, 'seni seviyorum' demeyi alışkanlık edinmişlerdir.
Bunlar gibi birçok örnek vermek mümkündür. Ne kadar çift varsa, o kadar ilişki şekli var demektir. Ana konular ortak olmakla beraber, her ilişki nevi şahsına münhasırdır. Kendince bir lezzeti, şekli ve biçimi vardır.
Bana göre, 'seni seviyorum' demek, bir çeşit yemindir. Sevgi, benim kalbimde çarşaf değiştirme hızı ile değişmez. Bu yüzden, başladığım her ilişkide, seviyorum demeyi sevmem. Birini tanımadan, gerçek hallerini görmeden, birlikte kötü gün atlatmadan sevmeyi beceremem.
Öyle hissetsem bile, ilişkinin başlarında, bunu dillendiremem. Kalbime dönüp sorarım: Şimdiye kadar gördüğün kısmını mı sevdin? Öyle ya, film yeni başlamış, daha ne katil belli, ne ortada uşak var. Başkahramanın ne yapacağı da muamma! Neyi sevdim ki?
Bir erkeği sevmem için kriterlerim var. Öncelikle vicdan sahibi biri mi? Çalışan, üreten, düşünen bir beyni var mı? Çevresine, ailesine davranışları nasıl? Bunlardan geçer not alabilmiş her birey, ilk olarak insan sıfatıyla sevgimi kazanır. Bundan sonrası ortalama paydalarda buluşabilirsek zaten yürür gider. Hayatımda her şey yolundayken yanımda, ilk başım sıkıştığında ortada yoksa, böyle birini sevmem mümkün değil. Bu durumu anlamanın yolu da zaman olduğuna göre; öyle ilk dakikada seviyorum demem, diyemem!
Gönül işine mantık girer mi, girerse bu sevgi midir? Kesinlikle evet! Akıl yürütmeden, rüzgarın götürdüğü yere gitmek, aşktır. Sevgi dediğin ruh, akıl ve mantık üçlemesinin birlikteliği ile yürümelidir. Tanıştığımızın ikinci haftasında, bir adama 'seni seviyorum' dersem, üç ay sonra aynı adamla bir ömrü geçiremeyeceğime karar verirsem, o sevgiyi ne yapacağım? Eskimiş sevgiler dolabına kaldırırım herhalde ya da kırpıp kırpıp yıldız yaparım!