Bu ülke cennet mi cehennem mi?

Bindiğim taksinin şoförü, “Bu memleket bitmiş abicim” diyordu “Artık iflah olmaz. Başına bir gelecek var.”

Son günlerde bu sözleri çok duyuyorum; sokaklarda, lokantalarda, dükkânlarda insanlar gelip böyle yakınmalarda bulunuyor.
Geçenlerde birisi “Bu kadar cinayet olur muydu Türkiye’de abi?” diye sordu. “Nedir bu vahşet?”
Böyle yakınan insanlara başka bir ülkeye gitmeyi önerseniz, çoğu gitmez.
Çünkü bu halk ülkesini sever, yaşam biçimine tutkuyla bağlıdır. Ama yine de bitmek tükenmek bilmeyen bir tartışmadır bu: Türkiye cennet mi, cehennem mi?
Bence ikisi de olabilir.
Ve cennetle cehennem arasında küçük bir fark var.
Şimdi size o farkı anlatayım.
Bir adama cehennemi göstermişler.

Ortada müthiş bir ziyafet sofrası duruyor. Masada kuş sütü eksik. İki yana insanlar dizilmiş oturmakta.
Ama bir sorunları var. Kollarına dev kaşıklar bağlı. Bu kaşıklar o kadar uzun ki hiçbir yiyeceği alıp da ağızlarına götüremiyorlar.
Bu yüzden de o güzelim ziyafet sofrasının başında, yemekleri izleyip yutkunarak açlıktan kıvranıyorlar. Adam cehennemde verilen cezanının ağırlığına hayret ederek bir de cenneti görmek istiyor.
Oraya da götürüyorlar.
Bir de bakıyor ki orada da aynı masa var. Üzerinde aynı yiyecekler duruyor.
Oturanların kollarına yine dev kaşıklar bağlanmış.
Yani cehennemden hiçbir farkı yok.
Bu durumu çok garipseyerek soruyor: “Cennetle cehennem arasında hiç fark yok mu?”
“Var” diyorlar “biraz daha bak!”
Dikkatle bakınca masadakilerin daha mutlu, daha canlı ve sevinçli olduğunu görüyor. Açlık çeker gibi bir halleri yok.
Biraz sonra bunun da sebebini anlıyor.
Herkes elindeki dev kaşıkla karşısında oturanı besliyor.
Kaşığı yiyecekle dolduruyor ve karşı tarafta oturanın ağzına uzatıyor. O da aynı şeyi yaptığı için hiçbiri aç kalmıyor.
***
İşte cennetle cehennem arasındaki fark bu kadar. Türkiye dayanışmayı, merhameti, empatiyi, sevgiyi öğrendiği gün bu cehennem cennete dönecek.
Ama bugün ne yazık ki ego savaşları, gözü dönmüş bir yarış, “daha çok iktidar, daha çok para” ihtirası yüzünden yavaş yavaş bir cehenneme doğru itiliyoruz.
ZÜLFÜ LİVANELİ


Şimdiki aklım olsaydı; dünün acısını, bugünün sancısını, yarının kaygısını yaşamazdım. Ulaşılmaz aşkların tartışılmaz üstünlüğüne inanmaz, tel örgüye



takılarak pantolonumu yırtmazdım

Şimdiki aklım olsaydı; aşkın,"Sen benim erişilmezim, vazgeçilmezim,


unutulmazımsın" diyenlerin dayandıkları palavradan ibaret bir payanda


olduğunu bilir ve ulaşılmaz sandığımız yıldızların gerçekte bir taş ve kum


yığını olduğunu, yıllarca beni oyalayan aynanın arkasının katranlı kağıtla


kaplı olduğunu anlardım.

Şimdiki aklım olsaydı; yıllar sonra, "öyle değil, şöyle davransaydım sonuç


daha değişik olurdu"nun muhasebesini yapmanın faydasız olduğunu, dua


çiçeklerini ağlatmanın, gökkuşağının canlı renklerini soldurmakla eşdeğer


olduğunu anlardım.

Şimdiki aklım olsaydı; bir başkasıyla asla derken, sevdiğinizi bir


başkasıyla gördüğünüzde, bu kadarı da fazla demenin kendimi aldatmaktan


başka bir işe yaramayacağını, yeryüzündeki bütün yolların denize


çıkmadığını, bütün nehirlerin ummanına akmadığını öğrenmek olduğunu


bilirdim.

Şimdiki aklım olsaydı; içimde derin bir hüzün, kumsalda yürürken uzun uzun,


bir sarhoşun kafasında geçmişteki sancıların bilançosunu hesaplarken bu med


ve cezir bileşkesinin kimyasını bir simyacı gibi düşünmekten başka birşey


olmadığını anlardım.

Şimdiki aklım olsaydı; önümü görmeden hep geriye bakmaz


ve istasyonda oturup, giden trenin dönmeyeceğini bile bile dönmesini


beklemezdim.

Şimdiki aklım olsaydı,"Bir dönüp baktım ki geçmiş seneler, içimde birikmiş


neler neler olmuş kördüğüm, aynadaki gözlerimde gördüğüm, hala senin için


yanmakta ve ağlamaktayım," demez ve boş bir şişe içinde başarı kutlamazdım.

Şimdiki aklım olsaydı; en yaşlı totemi bu gece yaşantımdan çıkaracağım


derken, tapınağa her zamankinden daha çok gitmezdim.

Şimdiki aklım olsaydı; milyonların yaşadığı bu kentte, yamaçtan inen


huzursuz akşamların koynunda yalnızlığımı paylaşacak bir dost bulamamak,


caddeden geçen araçların motor gürültüsüyle sabahlamak, yeni bir güne


başlarken, bir gün döneceksin diye kaç yıl aç ve muhtaç kaldım sevgiye demek


yerine, yeryüzündeki bütün nehirlerin sevgidenizine akmasıyla ve sevgi


denizinin ummanına kavuşmasıyla son bulacağına asla inanmazdım.

Şimdiki aklım olsaydı; kumsalda büyük bir ateş yakıp, denizin yakamozlarını


seyrederken sabahlamazdım, martı çığlıklarını gitar mırıltısı sanıp


ağlamazdım, dalgaların kumsalı öperken çıkardığı hışırtıyı aşk ninnisi


sanmazdım.

Ve sevgilim şimdiki aklım olsaydı, seni sevmezdim, nefret etmem gerekirken


seni övmezdim, denize bakıp bakıp sövmezdim.

Şimdiki aklım olsaydı...Ahh şimdiki aklım olsaydı...

SEVGİ

''Sevgi, sarmalanma duygusudur" diyor Adorno. Sevildiğimizi hissettiğimiz anlarda dünyaya karşı bir koruyucu kalkan oluşur üzerimizde. Hayat daha az yakıcı, daha az can acıtıcı hale gelir. Bulutlar yavaş yavaş dağılır, kabuslar karanlık köşelerine dönerler. Derinlerimizde saklanan karşımızdaki için, kendimiz için, insanlık için iyilik yapma isteği yavaş yavaş kıpırdanır, benliğimizden çıkıp dışarıya doğru uzanır. Şeytanlar kaçışır, iyi huylar oynaşmaya başlar içimizde. Sevgi büyü etkisi yaratır.



Ah, hele o sevginin kalıcı olduğu, hiç bitmeyeceğini hissettiğimiz zamanlar... Bazen anne babamızdan, kardeşlerimizden, bazen dostlarımızdan ya da aşık olduğumuz insandan gelen akışkan sevgi... Kim olursan ol, ne yaparsan yap, yine de biri ya da birileri tarafından sevileceğinden emin olmak... Aslında sadece böyle bir bilginin kendisi bile insanı kusursuzlaştırabilir, üretken ve güçlü kılabilir. Karşılıksız ve kalıcı bir sevgi, sevilen insanı sarmalamaktan, onun üzerinde bir kalkan oluşturmaktan öte, onun kendini gerçekleştirmesini, daha iyi bir insan olmasını, hayata, başkalarına, kendine daha çok güvenmesini sağlar. Sevgi, korkuları azaltır. Korkular azaldığında şiddet yok olmaya başlar.